10 Nisan 2018 Salı

Bu Boktan Yer

Hayat insanı canının istemediği şeyleri defalarca, kendini bin bir sıkıntıya sokarak yapmak zorunda bırakınca yahut canının istediği veya istemediği şeyleri yapıp yapmamak arasında kayda değer bir fark kalmayınca dünyadan siktir olup gitmenin dayanılmaz cazibesiyle karşı karşıya kalıyoruz.
Bizi bu boktan yere bağlayan şeylerin artması dileğiyle.

6 Ekim 2017 Cuma

Öykü: Mendil Satıcısı

Evimizin yakınındaki marketin, evimize bakan tarafındaki merdivenlerinde aylardır bir kız ve annesi oturuyor. Genellikle de küçük kız tek başına... Mendil satıyorlar fakat bunu seslenerek veya dilenerek yapmıyorlar. Sadece sabahtan akşama, yanlarında mendillerle oturup, öylece bekliyorlar.
Kız sekiz-on yaşlarında, uslu, güzel, hislerimden hareketle -ki büyük ihtimalle bilinçaltımdaki bilgileri birleştirerek buna karar verdim- çok zeki bir çocuk.
Ben zeki, hareketli ve çabuk öfkelenen bir çocuktum. Mahallede borum öterdi ve çocukluğumu dolu dolu yaşadığımı düşünürüm. Bu çocukluğu yaşama mevzusuna da belki haddinden fazla önem veriyorum ama çocukluğunu yaşayamamış birini görünce her zaman boğazım düğümleniyor ve bazen de gözümden yaşlar süzülüyor.
Bu kız beni çok üzüyor. Her gördüğümde, o uslu uslu merdivenlerde oturmak zorundayken, hem de sabahtan akşama kadar, yaşıtlarının nasıl da oynayıp şımardıklarını düşünürüm. Bu zeki ve güler yüzlü kızcağızın bunlara diğerlerinden daha fazla hakkı olduğunu da...
Belki de bu kızdan sürekli mendil alarak, ona sürekli para veya abur cubur falan vererek onu nasıl mutlu ettiğimi anlatacağımı falan düşünmüşsünüzdür.
Hayır.
Mesela diğer mahalleliler de bu kızı benim kadar görüyorlar. Onların sürekli kızın canının çekebileceği şeyleri kıza vererek, kızı mutlu etmeye, belki de vicdanlarını rahatlatmaya çalıştıklarını biliyorum.
İyilik yapmanın verdiği haz ve vicdanı rahatlatmanın ferahlığı şüphesiz onlara iyi geliyordur. Fakat inanır mısınız ben bu kızdan veya annesinden hiçbir şey satın almadım ve o kıza aldığım onlarca şeyden hiçbirini ikram etmedim.
Peki neden?
Kötü kalpli bir insan olduğumu mu düşünüyorsunuz?
Belki, fakat olayın sebebi kızın kötülüğünü istemem değil.
.
Ben mahalleliler gibi değilim. Büyük bir seremoniyle o kıza bir şeyler veremem.
Bunun sebebi şu: empati kurduğumda o temiz giyimli, mendil satmadığı zamanlarda hiç de zavallı görünmeyen sevimli kızın bunu istemeyeceğini düşünüyorum.
Yıllar öncesine gidiyorum, utangaç bir çocuktum. Mendil satmak ve birilerinin sana acıması... Gerçekten son isteyeceğim şeylerdendi herhalde. Pekala mendil satmak o kadar da kötü değildi ama birilerinin sırf zavallı görünüyorum diye bana bir şeyler vermesi çok canımı sıkardı. O kız mendil satıyordu, kesinlikle ona bir şeyler ikram etmek saygısızcaydı. O da alabilirdi elbette, içinden diyordu ki "Siz bunu bana ikram ettiniz ama bana acımanıza gerek yok, ben halimden memnunun ve sattığım mendillerin parasıyla zaten o çikolatadan alabilirim." Ve nezaket. Hem zavallı bir kızsın, hem biri sana acıyıp bir şey ikram etmiş, hem de sen bunu büyük kabalık ederek, küstahça reddetmişsin. Böyle bir şey hiç hoş olmazdı. Sırf kabalık olmasın diye kabul ettiğin, gülümsemek zorunda kaldığın ikramların sahipleri, sana mağrur gözlerle "bak sana nasıl da yardım ettim" bakışı atarlar.
Dedim ki bunları düşününce kendime: "Ben bu kızdan mendil  almalıyım." Ama bir dakika, ne farkı vardı ki bunun? Belki ona hissettirmeyecektim ama yine acıdığım için alacaktım bu mendili. Bu da, eğer bilseydi üzerdi onu. Kandırıkçı işleri de hiç sevmem zaten. Vazgeçtim. Sadece gerçekten ihtiyacım olduğunda mendil alacaktım. Evim yakında olunca, bir yerleri kolay kolay kanamayan ve nadir hasta olan bir insan olarak da hiçbir zaman mendil almadım.
.
Belki de siz haklıydınız. Kız benim için diyordu ki: "Şahu şu dik dik saçlı ağabey aylardır önümüzden geçiyor, ne baktığı var ne de bir şeyler ikram ettiği..."
Ama sanmıyorum. Bazen hissedersiniz ya, iki insan arasında konuşmadan anlaşmalar, etkileşimler olur. Siz onun hislerini bir yerlerden anımsamışsınızdır, belki de tamamen farazi, belki de ne bileyim işte...
Ama bilirsiniz, o an ne hissettiğini bazen anlarsınız. Bu şey gibidir, sizden biri hoşlandığında bunu kimse fark etmese bile siz bir şekilde hissedersiniz ya...
Ya da benim hislerim kuvvetli sanırım, bilmiyorum, genelde yanılmam hislerimde.
İşte ben bu kızın istediği şeyin benim yaptığıma benzer bir tavır olduğunu hissediyordum.
.
Bir gün bir başka küçük kız bana çok ilginç bir şey öğretti.
Yine marketten bir şeyler almışım ve eve dönüyorum. Sanki süpermarket poşetlerini mahallenizin veresiye veren kötü gün dostu bakkalından ayıp olmasın diye saklarmış gibi, gayriihtiyari bir çabayla poşetleri mendilci kızın önünden geçerken sol elime almıştım. Bunu hep yapıyordum ve bu sanırım içindeki şeyleri görüp canı çekmesin diye bir davranıştı. Ona asla acıyarak bakmıyordum ve soğuk bir biçimde geçip gidiyordum.
Ben geçip gitmeden bir şey oldu.
Mendilci kızdan birkaç yaş daha ufak bir çocuk marketin kapısından elinde cips paketiyle çıktı. Yüzünde tanıdık bir mutluluk vardı. Öyle inanılmaz gülüyordu ki, bir an duraksayıp onu izledim. Cipsini "Nereden tanıyorum ben bu gülüşü?" diye beni düşüncelere iten gülüşüyle açtı. Ve koşarak kızın yanına gitti.
Evet, büyük bir iyilik yapmanın onuruyla, mendilci kızın canını acıtarak cipsinden yemesini isteyecekti. Ben istemsizce dudaklarımı yana doğru itip kaşlarımı çadır gibi gerdim, birleştirdim. Birisi için çok üzülünce böyle oluyorum sanırım, sonra burnumun direği, gözümün nemi falan filan işte... Küçük bir kız çocuğu mendilci kıza en istemeyeceği şeyi yapıyordu. Ona acıyordu. Tanıdığım gülüş ise "iyi insanım ben" diyebilmenin gülüşüydü.
Mendilci kız başta "İstemem, teşekkür ederim" dediyse de ufak kız ısrarcıydı. Nezaket. Kabul etti.
Peki bu kız bana ne öğretmişti? Bu küçümsemeyi zaten herkes yapıyordu, farkı neydi ki?
.
Küçük kız onunla muhabbet etmeye başladı ve okulunu falan sordu. Resmen arkadaş gibiydiler ve bir süre konuştular. Ben uzaktan onlara pek hissettirmeyerek kelimeleri ayıklamaya çalıştım. İşte o an başka bir şey hissettim. Mendilci kız o anda, örselendiğini değil, arkadaşı olduğu için cipsini onunla paylaşan bir insanı hissetmişti. Bu onun için şüphesiz rahatlatıcı olmalıydı.
.
Karar verdim. Bir gün birkaç metre uzağına oturup ona sorular soracaktım ve arkadaş olacaktım. Böylece acıma ürünü ikramlarım değil, dostça ikramlarım olacaktı. Bu herkes için en iyisiydi. Böyle talihsiz birinin hayatında rol oynamak ve ona uzun vadede destek olmak isterdim.
Sonra bu ufacık kızın benden rahatsız olabileceğini düşündüm. Haklıydı da... Hatta ben onu bir ağabeyi olarak tembihleyecek olsaydım, benim gibi yanına gelip seninle konuşmak isteyen, sana bir şeyler ikram etmek isteyen insanlarla, özellikle de erkeklerle sakın konuşma diye tembihlerdim. Özellikle bu ülkenin şartlarında...
Evet, benim soğuk bir yabancı olduğumu sanması, dost gibi görünen bir tehlike olduğumu sanıp benden korkmasından daha iyiydi belki de... Zaten benden zarar görmeyince başkalarına daha kolay güvenecek olma ihtimali de beni çok rahatsız etmişti. Hatta benim ikramlar veren bir vicdan rahatlatıcı olduğumu sanması belki de en iyisiydi.
Bunu hala bilemiyorum.
Ama iyi bildiğim bir şey varsa, o da o küçük kızın hepimizden daha doğru olanı yaptığıydı.
.
Umarım o güzel ve zeki mendil satıcısı büyüyüp güzel yerlere gelir ve zor durumlarda kalmış çocukların çocukluklarını yaşamaları için çaba sarf eder.
Ben de ağzımı yanağıma sarkıtıp, kaşlarımı birleştirmek zorunda kalmam.

13 Eylül 2017 Çarşamba

Varoluş: Paradoksların En Büyüğü

Bu yazıya 4 saatlik bir yatıp uyuyamama serüveninin sonunda öğlen 11.27'de başlıyorum. Birazdan yazılacak bu yazıdaki fikirlerin kanıksanması da ancak böyle berbat bir süreç sonrasında gerçekleşebilirdi. Aksi takdirde benim de boş verip geçeceğim fikirler bunlar. Fakat bu yazı evrenin yazılmış en önemli yazısı değil belki ama bu yazının konusu evrendeki en önemli konu.
Öncelikle dini bir tartışmanın daha üzerinde bir noktaya değineceğim, o yüzden elimden geldiğince dini görüşten bağımsız yaklaşacağım olaylara.
Kendi hikayemden bahsedersem eğer sorgulayan bir insansanız belki siz de kendinizden bir şeyler bulabilirsiniz. Muhafazakar bir ailede doğdum, henüz sorgulamaya başlamadan Allah'ın tek olduğunu, herkesten ve her şeyden üstün olduğunu, bizi yarattığını, ondan korkmamız gerektiğini, bizi sevdiğini ve iyi bir insan olmamız gerektiğini öğrenmiştim. İyi bir insan olmaktan güzel ve kutsal ne olabilirdi ki? Bu fikir harikaydı ve o yaştan Allah'a inanmayan birinin kötü bir insan olacağını çoktan kabullenmiştim. Din konusundaki fikirlerim hep koyu ve güzeldi. Yine bana öğretilmediği için dindar olan herkesin iyi birisi olduğunu zannediyordum, bunu suistimal edip insanlara ne büyük zararlar verildiğini henüz öğrenmemiştim, çevremde yoktu öğrenemezdim. Bunu öğrenmem 8-10 senemi aldı fakat birinden kötülük görerek değil.
Ortaokula gidiyordum, hayatımda ilk kez bir arkadaşımın ateist olduğunu -o söylemeden anlayarak- öğrendim. Benim için nasıl bir yıkım olduğunu size anlatamam. Daha önce dini gerekleri yeterince yerine getiremediğim için bir bunalıma girmiştim ve abdestsiz gezip yanacağım, orucu bozup 61 gün tutacağım diye kahroladurayım bambaşka bir örnekle karşılaşmıştım. Evet yahu, şu bizim A... bildiğin sonsuza kadar yanacaktı, evet lan sonsuza kadar. Bir düşünün. Nasıl düşüneceksiniz ki o ıstırabı? Benimki de laf... E bir dakika bir dakika, bu işte bir iş vardı. Benim arkadaşım hiç de kötü bir insan değildi ki... Sonsuz merhametli, kullarına rahmet eden Allah, bir yanılgıya düştü diye aslında kötülük de etmeyen bir kulunu yakacak mıydı, hem de sonsuza dek be! Aklım çıktı, çok şükür ki internetim vardı ve araştırmaya başladım, şimdilerde ezberlemiş olduğum argümanlar benim için ağrı kesiciydi ve bir sıkıntı yaşamadan atlatmıştım. Sonra diyordum ki: "A... da ne kötü bir çocuk, üstelik çok zeki olmasına rağmen şu benim araştırdığım şeyleri araştırıp da doğru yola girmeyi beceremiyor. Ne kadar yansa az..."
Cidden böyle mi düşündüm tam hatırlayamıyorum. Ancak birinin sonsuza kadar yanmasını sonsuz merhametli Allah kabul ediyorsa, çok merhametli ama sonsuzun yanında lafı olmayacak şahsım da tabii ki kabul edebilirdi.
Lise yıllarına geldiğimde ise problemim "evrenin en büyük problemi" idi; varoluş.
Mantığımın çok üst düzey olduğunu düşünmüşümdür hep, empati yeteneğimin de her geçen gün geliştiğini fark ediyordum. O günlerde iyiden iyiye tüm dünyayı düşünmeye başlamıştım; bir düşünsenize, tesadüf eseri koyu katolik bir ailede doğsaydım çok büyük bir ihtimalle öyle ölecektim. Yav kardeşim ben yine araştırır doğru yolu bulurum, dediğinizi duyar gibiyim. Her halükarda mı? Tamam o ailede doğru buldunuz, tamam Amerika'da bir siyahi mahallesinde doğdunuz yine buldunuz, tamam Hindistan'da yüzlerce din çeşidinin içinden karnınızı doyuramazken sefaletin içerisindeyken yine buldunuz. Ya hu her halükarda mı? Eğer kim yerinde olursam olayım ben bulurdum diyorsanız, bu yazıyı burada bırakın. Çünkü gerçekten ya çok mantıksız birisiniz ya da mantığınızı engelleyecek kadar bağnaz bağlılıklarınız var. Şayet ben genç yaşta ölen babamın, bizi büyütmekten, geçim derdinden böyle şeylere kafa yormak aklına bile gelmemiş annemin ve yakınen tanıdığım birçok insanın dünyaya geldiği ailenin diniyle öleceğini düşünüyorum. Buna çok şükür ki katılabildiyseniz kritik soruyu soruyorum:
"Tesadüf eseri sonsuza kadar yanmaktan kurtuldunuz. Farkında mısınız?"
Evet tam da bu soruyu sordum kendime. Dedim ki, tesadüf uğruna kendi yarattığı şeylere sonsuz azap çektiren bir tanrı olabilir miydi? Pekala olabilirdi. Peki bu tanrı sonsuz merhametli olur muydu? Pekala hayır. Peki neydi sıkıntı, ya din yalandı ya da bana din diye öğretilen şey aslında çok farklıydı. Evet ben buna inanıyorum. Bana din diye öğretilen şeyler aslında sonradan uydurulmuş olabilir mi buna karar vermedim. Dinin özü olan Kuran'ın mealini, tefsirini okuduktan sonra, içeriğini iyice araştırdıktan sonra buna karar vereceğim.
Bu problemlerden sonra içsel sıkıntılarım, mide bulantılarım boy gösterdi. Bu sıkıntıları birçok kişinin yaşadığını biliyordum, öyle umuyorum. Doğru tekti ve herkes arıyordu. Sıkıntım paylaşıldığı için hafifliyordu. Ama yazının asıl amacı olan felaketi fark ettikten sonra bütün bu arayışların da üzerinde bir sıkıntının olduğunu fark ettim.
Ateist bir yaklaşımla başlıyorum. Dediniz ki yahu ölünce hiç olacağız. E olabilir. Ben de bu görüşe alıştırdım kendimi, hiç olmak ilk anda düşündüğüm kadar acıtmıyor içimi. Fakat kalanlar ne olacak? Onların üzerinde bir şey yok mu? Dediniz ki yok, karadelik big bang vesaire türlü türlü teoriler var. Okudum okudum okudum, hepsinde bir eksik vardı. Dedim ki: iyi de hepsi doğru olsa bile onun başlangıcı neydi? Biraz kafa yordum ve algılayamadığımız bir evren olabileceğini fark ettim, fakat onun da bir başı sonu olmalıydı. Sonsuza kadar giden bir şey mantıksızdı, velev ki sonsuza dek gidiyordu, e onun da bir sahibi olmalıydı. Hepsine hayır sahibi yoktu dersek de inanılmaz bir hiçliğin içinde buluyoruz kendimizi, sonsuz bir hiçlik. En başta birinin olduğunu kabul etsek de problem asla çözülmüyordu, işin kötüsü sonsuz bir hiçlik olduğunu kabul etsek yine problem çözülmüyordu. Ama en kötüsü de neydi biliyor musunuz? Bu probleme benim aklım ermiyor değildi, ben problemin çözülemez bir paradoks olduğunu çözmüştüm. Evet paradoks. Tıpkı bu cümlenin de olduğu gibi evren başlı başına bir paradokstu ve mantıksızdı. Kelimelerle ifade edebildim mi bilmiyorum. Büyük ihtimalle edemedim, bunu ancak uzunca sonsuzluğu ve hiçliği düşünmüş, sonucunda kalbine çözülemezliğin sancısı saplanmış insanlar anlayabilir sanırım. Dünyevi meselelere, dini meselelere bulanmış insanlar pek de anlayamaz. Eğer evren bir hiçlikten var olduysa, o var olması için gereken sebep var ya, o var olmasını sağlayacak sebep var ya, o sebebin sebebinin sebebinin sebebinin de bir sebebi olması gerekiyor ya hani, her şeyin bir sebebi olması gerektiği noktada asla sonsuz bir sebep elde edemeyeceğini ve işin sonuna gitmek isterken aslında işin sonsuz olmasının ne kadar da mantıksız olduğunu fark ettiğiniz anda düğümün çözülemez olduğu anlaşılıyor. (Şimdi aylar sonra düzenleyip yüklerken fark ettim ki, yazdıklarım açıklanamaz şeyi açıklayamamış, şu an ben de algılayamıyorum, dediğim gibi, ancak o kaosun içine dalıp, paradoksu görmeniz lazım ki dediklerimin sancısını işkencesini hissedebilesiniz. Evinizde çayınızı içerken falan hissedilebilecek bir şey değil bu. Tüm içinde olduğumuz bunca şeyin aslında mantıksız bir paradoks olduğu. Ah, bir gün bunu kanıtlayabilir miyim bilmiyorum. Fakat bunca zırvalığın zırvalık olduğunu kanıtlamak pek de güzel bir şey olmazdı.)
Teist bir yaklaşımla devam ediyorum. Dediniz ki öleceğiz sonsuz bir cennet bizi bekliyor. Nehirler ırmaklar tüm sevdiklerimiz. Teorik olarak öyle güzel ki sonsuza dek yaşar gidersiniz. Ta ki sonsuzun korkunç yüzünü görene kadar. Sonsuza dek olacak bir şeyin nasıl bir azaba dönüşeceğini küçücük aklınız varsa çoktan çözmüş olmanız gerekir. Şayet ben cenneti sorguladığımda ilkokula yeni başlamıştım. Cehenneme giden bir sevdiğimizle nasıl buluşacağımızı sorduğumda, bir kopyasının yanınızda olacağını söylediler. Düşündüm. Sevdiğimiz kişi azaptayken gerçekten bir kopyasıyla mutlu mu olacaktık. Vefa bunun neresindeydi? Mutluluk bunun neresindeydi? Dediler ki sen anlamayacaksın bile. Düşündüm. Benim şöyle bir sözüm vardır -öyle de büyük bir insanmışım meğersem- "Doğruyu bilmek isteyen bir insan için, hiçbir yalan güzel değildir." Ne de güzel uydu bu duruma. Kim kandırılmak isterdi ki? Hem de cennet gibi sonsuza dek her istediğinizin olduğu bir yerde doğruyu bilmeyi istememek. Sonra daha büyük bir sorun dikkatimi çekti, Allah'a seni kim var etti diye sorarsak ne diyecekti? Bir dakika bir dakika o doğurmamış ve doğrulmamış değil miydi? Peki ya cennette biz ne için yaşıyorduk. Hedeflerimiz olmadan nasıl mutlu olabilirdik ki sonsuza dek? Ne? Yine mi kandırmaca? Sanki hedefimiz varmış gibi? Ben hiç sevmedim bu işi... Sonra yine çark ettim. Allah'ın yaratılmamış olması, evrenin hiçten gelmiş olmasıyla aynı şeydi. Bir taraf tanrıya, bir taraf Big Bang'e falan taş atıyordu. Ama bu aynı şeydi yahu... İkisinde de inanılmaz bir şey ortaya çıkıyordu. Hem de hiçten, bak sen şu işe. Ben bu hiçliğin acı veren paradoksunu düşündüğüm dönemlerde inanılmaz bir bunalıma girdim. Öyle ki hayatımda doğru dürüst bir derdimi anlatmadığım anneme -kimseye derdimi anlatmıyorum da gerçi- gidip bu konuyu açtım. Beni anlamayacağını da, sıkıntımı çözemeyeceğini de biliyordum. Ama konuşmaya ihtiyacım vardı. Sonsuz bir karanlık kalbimi sıkıştırıyordu, varoluşun mantık dışı bir paradoks olduğunu çok net olarak anlıyordum. İnsan aklıyla çözülemez bir şey değildi, hiçbir akılla çözülemezdi. Çünkü bir paradokstu, çözümü yoktu. Pinokyo: "Burnum uzayacak" dediğinde burnuna ne olacağını asla bilemeyiz, burnu eğer uzarsa doğru söylemiş olur ve aslında burnunun uzamaması gerekirdi, burnu eğer uzamazsa bu dediği yanlış olur ve burnunun uzaması gerekirdi. Asla Pinokyo'nun burnuna ne olacağı kimse tarafından bilinemez. Bunu çözmek için insan zekası yetersiz falan da değildir. Bu düpedüz çözülemezdir, mantık dışıdır. Tıpkı evrenin sonsuzluğunun bir başlangıcın olması gerektiği ve o başlangıcın bir üstünün olması gerektiği ama aslında her üstün de bir üstü olması gerektiği ve başı sonu olan olmayan her sürecin de sahibi olması gerektiği ama o sahiplerin de üstünde bir şey olması gerektiği fakat işin bir yerde tıkanmasının mantıksız olduğu çünkü tıkandığı yerin de bir sebebi olması gerektiği ve o sebebin de bir sahibi olması gerektiğini düşünerek devam edersek mantık dışı bir evrende olduğumuzun farkına varabiliriz. Yahut bir yerde hiçbir şey yok diyebilirsek, o hiçliğin mantık dışılığını kabullenmek zorundayız. Şu an bu söylediklerim kavranamayacak, bal gibi biliyorum. Çünkü tekrar okuduğumda ben de kavrayamayacağım. Hiçliğin derinliğini ve mantıksızlığını sözle anlatmam imkansız, kavrayabilmek için benim gibi gözlerinizi kapatıp hiçbir şeye gitmeniz gerekir. O insanın, gezegen ve galaksilerin, evrenin olmadığı noktaya gittiğinizde aslında bunun imkansız ama bir yandan da kaçınılmaz olduğunu görüyoruz. Evet çok saçma. İşte o kalbinize saplanan acıyı hissedebildiyseniz veya ilerde bir gün hissedebilirseniz benim acımı paylaştınız ve aslında felaket paradoksu fark ettiniz demektir.
Hikayeme dönecek olursam, yıllar önce anneme bunu söylediğimde sizin de bekleyeceğiniz gibi bunları düşünmemeye çalış demişti. O zamanlar bunu çözebileceğimi zannettiğim için içimdeki ayların sıkıntısını ve gözyaşlarını bir kenara bırakarak of bile demeden konuyu kapatmıştım. Ama sonradan anladım ki annemin önerisi sanırım yapılabilecek en mantıklı şeydi.
Çözülmez bir düğümü çözmeye çalışmak ahmakçaydı. En mantıklısı çözülemez olduğunu kabul etmekti.
Varoluş bir paradokstu.
Paradoksların en büyüğü.
Bir paradoks çözülemezdi.
Ben ise çözülemeyeceğini bulmuştum.

13 Temmuz 2017 Perşembe

İhtimali Kollamak: Bir Gün, Bir Gün, Belki De Bugün

Hayat hayal kırıklıklarıyla ve zor zamanlarla dolu. Kim: "Benim zor zamanım olmadı" derse yalan söylüyordur. Buna eminim.
Bunca boktan durumun içerisinde, uğraşlarınızın karşılığını almak istiyorsunuz. Fakat o uğraşlar belki yüzlerce, binlerce kez karşılıksız kalıyor.

Böyle durumlarda Samuel Beckett'in şu harika sözü geliyor aklıma:
"Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil." 

Gerçekten hayatta amacı olan bir insansanız, bundan daha güzel bir mottonuz olamaz.

Şimdi vay efendim Coco Cola ilk yılında 25 kola satabilmiş, Facebook ilk kurulduğunda şu zorluklardan geçmiş falan filan şeysi meysiler anlatmayacağım.

Ben kendimi motive etmek için, biraz da oyunlarda becerikli olduğum için -baya becerikliyim aslında, aynı zamanda mütevazıyım- kendimi "The Winner" olarak görürüm. Whatsapp durumuma "The Winner" yazacak kadar...
Açıkça söylemek gerekirse oynadığım oyunları veya giriştiğim işleri %80 oranında falan da kazanırım ayıptır söylemesi. Fakat bazı işler var ki, -özellikle de kendimle ilgili olmasının yanında yüzlerce parametreye bağlı olan işler- defalarca, defalarca ve defalarca kez yenildim.

Zamanla buraya yazacağım projelerimi -ki bazıları hayata geçmiş- fikirlerimi gördükçe, emeğime nasıl da karşılık göremediğimi, aylar-yıllarca uğraşın karşılığında hiçbir şeyin istediğim gibi olmadığını sizlerde göreceksiniz, buna tanık olacaksınız. (E okursanız tabii *swh)
Bu yenilgiler çoktan guard'ımı düşürdü ve bazı projelerimde pes ettim veya nakavt oldum da denebilir. Bazılarında puanla yenildim (en azından), bazı projelerimde sağlam dayak yedim ama şu an kaçıyorum ve son yumruğu vuracağım o kritik anı bekliyorum ve son olarak bazılarında da rakibi biraz sersemletmeye başladım sanki, ama yine de o savurduğum yumruk sayısına bakarsanız, çoktan nakavt olmalıydı. Ha bir de unutmadan asla maça çıkmaya cesaret edemediğim veya imkan bulamadığım rakiplerim(projelerim) var.

İşte o bahsettiğim son yumruğun rakibi devirme ihtimali var ya; o ihtimali hayatımın sonuna dek kollayacağım. Bir gün belki benim de başardığım şeylere dair hikayeler anlatılır. Yani o yumrukla rakibi devirmişim demektir. Ancak bu başarı hikayesinde, attığım dayaktan ziyade, diğer bütün yediğim dayaklar konuşulsun isterim.

O kadar çok yenildim ki, bazen havlu atıp farklı bir arenaya geçmenin zamanı geldi diyorum. Mesela belki karate(eğitimle ilgili konular) benim için daha uygundur. Benim istediğim hem boks, hem karate yapmak aslında. Ama bu beni hem fiziksel hem mental açıdan çok yoruyor.

Onca yenilgiye rağmen hiçbir maç kazanamasam bile, bir maça bile çıkmaya korkanlardan değil de, sürekli şansını deneyenlerden olduğum için kendimle gurur duyacağım.

Burayı biraz da günlüğümsü olarak kullanacağımdan, şu anki içler acısı durumumu paylaşmak istedim kendimle.

Yenilen pehlivan, umarım güreşe doymaz.
Hoşça kalın, sevgiyle kalın.

6 Haziran 2017 Salı

Linç Kültürü: Hepinizden Tiksiniyorum

Bilmem bu andavalca davranış başka ülkelerde var mı? İnsanın fıtratında mı, evrimsel sürecin bir getirisi mi, yoksa sadece bizim ülkeye mi özgü bilmiyorum.
Mesele "Linç Kültürü"

Ben bu meseleyi, birilerinin linç edilmesi üzerinden değerlendirmeyeceğim. Şayet şahsi görüşüm linci hak eden birçok insanın da olduğu yönünde. Peki beni tiksindiren olay ne?
Kısaca söyleyeyim: linç edilen kişi haklı veya haksız araştırılmadan, hatta buna merak dahi duyulmadan lince katılıyorlar. Seviyoruz güçlünün yanında olmayı, seviyoruz dayak yiyene bir kez de biz vurmayı. Sokakta dövülen adam, internette hedef gösterilen biri veya bir ünlünün yaptığı bir yanlış(!)... Gerçekten o kişiyi tanıyıp tanımamam fark etmiyor, yıllardır bu aptalca hareket beni krizlere sokuyor, çünkü nedense o olayı tam bilmeyen kişiler tarafından bile linç edilen kişi aslında o kadar da haksız olmuyor.
Bunu olaylar üzerinden açıklayacak enerjim yok, çevrenize bakarsanız göreceksiniz. "Aaa öyle mi demiş, vay o... ç..." "Kesin yapmıştır o ya, Allah kahretsin onu". Değil mi yaa? Aynen ağğbi... Kesin yapmıştır, kesin demiştir, kesin haksızdır. E bi araştırmasan mı? Gerek yok değil mi? Neden?

Ben söyleyeyim cevabını linç edilen haklı kişiyi savunup birilerini karşına almakla kim uğraşacak ki?Düşene bir tekme de sen vur. Bravo size.
Hepinizden tiksiniyorum.

23 Nisan 2017 Pazar

Lise Defterlerimden Zırvalık Şiirler: #1 "Geçmişten Kalan"

Daha mı parlaktı bugün ışıklar
Yoksa gözyaşlarım sel yatağında sağlam kalan evler gibi yıpratırken kirpiklerimi
Daha mı canlı göstermişti renkleri

Gözlerimde tanıdığım mavi karanlık
Kulaklarımda eskiye götüren yorgun keman sesi
Zihnimde çocukluğum
Karşımda hayaller

Ne de çabuk geçmişti zamanlar
Ne eski taslar, ne eski hamamlar
Ne kadar değişebilirdi ki seyrettiğim tavanlar
Acaba eskiler miydi güzel olanlar
Yoksa aldatıyor mu bizi geçmişten kalanlar

Türk Dizileri: Elin Oğlu Yapıyo Ağğbi!

Selam.
Bir blog yazısına nasıl giriş yapılır onu bile bilemiyorum şu an. Takip ettiğim bazı bloggerlara baktım ve son fikir olarak "selam" yazmayı seçtim. (Şimdilik :D) O gülücük çok dandik oldu mesela onu kullanmasam daha iyi sanki, ama güldüğümü anlamazsanız da ben üzülürüm. Konular karışık çözcem inşallah yakında, öhöm başlıyorum.

Kendi uzmanlık alanım dediğimde 3 tane alan aklıma geliyor: Futbol, Sinema, Ekonomi. Ha uzmanlık alanım dediysem, kendi adıma yani... Tabii ki ben bu konuların hiçbirinde uzman değilim fakat en iyi anladığım konular şu anda bunlar ve ileride geliştirme potansiyelimin en yüksek olduğu konular da bunlar. Bu blogda da zaten bir bok anlamadığım şeylerden değil de bu konulardan konuşurum diye tahmin ediyorum.

Yavaş yavaş konuya gelecek olursak, kendimi bilgili gördüğüm alanlardan biri olan sinema konusunu dizi konusuyla bağlamak istiyorum. Pratikte net ayrımları olsa da filmler ve diziler birbirine çok yakın kankalardır. Bana göre bir filmi, diziden ayıran -bölümlere bölünmüş olması dışında- en belirgin özellik filmlerin bir olayı, dizilerin ise bir süreci anlatmasıdır.

Örneğin, en bilinen dizilerden Breaking Bad'de Walter White'ın başka bir insana dönüşümünün film gibi birkaç saate sığdırılmaya çalıştığını düşünün, bu kesinlikle başarısız bir deneme olacaktır. Her bölümde ayrı ayrı görmediğinizde asla o etkiyi alamazsınız. Hoş bu dizinin kısaltılmış versiyonunu(film süresi yani) hayırsever bir arkadaşımız yapmış fakat ben kesinlikle aynı hissiyatı vereceğini düşünmüyorum. Ama şunu söyleyebilirim ki, diziyi benim gibi çok seven fakat tekrar izlemeye zamanı olmayan insanlar için müthiş bir amme hizmetidir.

Tam tersi bir örnek vererek pekiştirmek gerekirse, bu yılın Oscar adaylığı olan filmlerinden Sully ve Deepwater Horizon gibi belli bir olayı anlatan senaryoların ise ne kadar ıkınılırsa ıkınılsın bir dizisi yapılamayacaktır.

Tabii film olsa iyi olurmuş diyeceğimiz diziler veya dizi olsa iyi olurmuş diyeceğimiz filmler de hiç az değil. Örneğin Sherlock mini dizisi zaten 2-3 senede bir sezon yayınlıyor ve sezonlar ekstra bölümler hariç 3 bölümden oluşuyor. Bir filmin serileri olsaydı ne kaybederlerdi bilemiyorum. Şayet her bölümü bir film niteliğinde bence... Yine madalyonun diğer yüzüne bakacak olursak The Shawshank Redemption gibi uzunca yılları kapsayan ve hapishanedeki "yer buluşunun" ve olaylara tanık oluşunun dizisinin de çekilmesi hiç fena olmazdı. Mesela Red'in, Brook'un, müdürün, gardiyanın, adını anımsayamadığım Andy'nin okuma-yazma öğrettiği çocuğun hayatlarına falan filan girerek de hikaye iyice uzatılıp tatlandırılabilirmiş.

Neyse işte konuyu Türk dizilerine getircem, Hepimiz bok atıyoruz ya Türk dizilerine, ben de size çok uzak değilim açıkçası. Ama bunun sebebi "yaağ ağbi yabancılar yapıyo bu işi, kanka Amerika'ya flan mı yerleşsek napsak, bu ülkenin zekası bizim çok altımızda panpiş yha" triplerine giren ergenler gibi kendimizden çıkan her şeyi boklayıp, kendimi üstün görmek falan değil. Net olarak söyleyeyim, iki ana sebebi var:
1- Kitle: Nabza göre şerbet, talebe göre arz. Bok filminde söylendiği gibi (film cidden çok kötüydü abi ya, yakıştı mı Fox?) "Toplum ekmek istiyorsa köftede ısrar etmeyeceksin Hayati!".
Yani diyeceğim o ki, toplum abuk subuk ergen dizilerinden, bol entrikalı, aldatmalı, yasak ilişkili sapkın dizilerden, düzeysiz komedilerden hoşlanıyorsa, iktisadi düşünen her girişimci bunlara yatırım yapacaktır. Bu sebep için sunabileceğim tek çözüm kitlenin değişmesidir, onun için de bizim gibi küçük insanların yapabileceği yegane şey örselemek bence. Evet örselemek. Ben elimden geldiğince bu aptalca şeylere taraftar olan kitleleri örseliyorum. Bunu ağzıma bir puro alıp kötü adam kahkahası atarak yapmıyorum. Şunu biliyorum ki insanlar taraf oldukları konunun yanlışlığını anlamak için, birilerinin sert uyarılarına, yıpratmasına ve hatta aşağılamasına gerek duyabiliyor. Bir toplumda kaba insan öyle dışlanıyor öyle aşağılanıyor ki, o insan kaba olmanın kötü bir şey olduğunu ezberliyor ve kibar bir insan olmak için çaba gösteriyor. Aptal dizilere değer vermenin ne kadar aptalca olduğunu da hep bir ağızdan dile getirirsek, izleyenler de kendilerini sorgulayacaktır.
2- Uzunluk: Bu konu birçoğunuz için önemli olmayabilir fakat işin içini açtığımızda o buram buram kalitesizlik kokan dizilerin ucu 3 saate varan deli manyak dizi uzunluğuna değiyor.
Seyirci açısından düşünüyorum, saatlerce bekliyorsunuz ve bir türlü dizide gelişme olmuyor. Uzun uzun bakışma sahneleri, insansız dağı bayırı çekmeler, gereksiz uzatılmış sahneler de ister istemez can sıkıyor.
Senarist(ler) açısından düşünüyorum, bir süre sonra beyne kan gitmez yahu, yaz babam yaz, hocam bölüm 2 saat çıkacak işi kıçından kulağından kıvırıp uzatman lazım, aynı zamanda seyirciyi de koparmayıp memnun etmen lazım...
Oyuncular açısından düşünüyorum. Çekim çok, sahne çok, ezber çok, yorgunluk çok, set çok, uyku yok, dinlenme yok... Hafta içi hergün oynayan dizi vardı yahu bu ülkede, hacı siz ne yiyip ne içiyosunuz?
Yönetmen açısından bakıyorum. Sahneleri ölçecek biçecek uzatacak, biraz dağı çekecek, şurda da 80 saniyelik bir slowmotion olsun. Sen ona bak, sonra o sana baksın, bi de birlikte birbirinize bakın, sonra bi de başka kameradan alalım bi daha bakın... Zor yani, adam bunu keyfinden yapmıyor, üstten emir var...
Yapımcı ve kanal açısından ise reklamlarla, ratingle karlarını maksimize etmek istiyorlar, ama demem o ki bu şekilde olmamalı. Bir suçlu aranacaksa bu konuda, o suçlular belli...

Demek istiyorum ki, bizim sağlam diziler yapan Amerika'dan eksiğimiz senaryolar oyuncular falan değil şahsi düşüncem. Bizim eksiğimiz teknik konular ama zaten çoğu zaman teknik konulara ihtiyacın çok olmadığı (aksiyon, bilimkurgu, fantastik vb. konulardan bahsediyorum) diziler çekiyoruz. "O zaman ne bizim eksiğimiz?" diyeceksiniz, e uzunluk abi işte... Şu sorun Türk televizyonlarında ne zaman aşılır bilmem ama internetin yayılmasıyla "internet dizisi" kavramı sayesinde bu sorunu en azından nette çözebileceğiz gibi duruyor. Tv izlenmesi azalır da, internetten para kazanma şirketler için daha yüksek noktalara gelirse de televizyonda da kaliteli ve gereksiz uzatılmamış dizileri görmemiz mümkün.

Son olarak demek istediğim şu:
"Elin oğlu yapıyorsa biz de yapabiliriz. Tek ihtiyacımız olan eften püften şeyler yerine ehemmiyeti olan konuları örnek almaktır."

Sağlıcakla
(Şu an blogu okuyan kimse olmadığı için şizofren gibi hissettim 😢)